Çocukluk anılarım içinde iki büyük savaşı hiç unutamıyorum. Biri Bosna-Hersek, diğeri ise Lübnan’daki iç savaş. Çocukluğumda bu savaşların sebeplerini tam olarak anlayamasam da, ölen insanlar, yıkılan binalar ve annesiz kalmış çocuklar gözümün önünden hiç gitmiyordu. Özellikle de, oyuncak bebeğini yıkılan binaların arasında kaybetmiş olmanın üzüntüsüyle dünyası yıkılmış bir kız çocuğunu ve onlar için üzüldüğüm, dua ettiğim günlerimi hiç unutamıyorum. Çocukluğumda televizyonla büyümedim fakat büyüdüğüm evde savaşla ilgili duvarda asılan tablodaki resimler savaşın ne denli ağır olduğunu bana hissettiriyordu. Minik ellerimi semaya kaldırıp oralardaki çocuklar için dua ettiğim günlerimi çok iyi anımsıyorum. Ettiğim dualar öylesine etkiliymiş ki, bu toprakları görmeme, bu coğrafyalarda eğitim almama vesile olacağı hiç aklıma gelmezdi.
Tarih boyunca hem Balkanlar hem de Ortadoğu, farklı inançlardan ve farklı etnik kökenlerden gelen insanların birbiriyle bir arada yaşamak zorunda kaldığı geçişken bir coğrafya olması sebebiyle, çocukluğumdan bu yana bu coğrafyalara merak sardığımı söyleyebilirim. Lise yıllarıma gelince; Amin Maalouf ve Halil Cibran’ın kitaplarını severek okuyarak büyüdüm. Amin Maalouf’un, eserlerinde özellikle Ortadoğu, Afrika ve Akdeniz bölgelerinin etnik yapı farklılıklarını, bu farklılıkların insan davranışlarına yansımalarını ele alıp, bu bölgelerin tarihsel geçmişlerine Batı’nın gözüyle bir bakış açısı sunması, o yıllarda beni öylesine etkilemiş ve bende Lübnan topraklarına karşı ayrı bir merak duygusu uyandırmıştı. Böyle bir yolculuğa çıkmadan önce inanılmaz heyecanlıydım. Lübnan’ın tarihsel süreçte yaşadıklarının yanı sıra bir çok etnik kimliği bir arada barındırması sebebiyle bu topraklarda yaşayan insanların yaşamlarını nasıl sürdürdükleri ayrıca merak ettiğim konular arasındaydı.
Sonunda Lübnan yolculuğu için havalimanındaydım.Uçağı beklerken düşüncelere dalıyordum. Heyecanımın yanında içimi bir hüzün kaplamıştı. Bazı şehirler hüzünlüdür. Beyrut da bu hüzünlü şehirlerden bir tanesi. İşte tam bu sırada, dilime çocukluğumda ezberlediğim Fairouz’un bir şiiri dolanıyor. "Selam sana yüreğimin en derinliklerinden ey Beyrut.. Kabul edin selamımı ey denizler ve evler.. Ve eski denizlerin yeni yüzü çöller... İnsanların ruhundan yapılmıştır o.. Şaraptan.. Şekerdendir.. Bir ekmek ve Yasemenden.. Şimdi tadı ne hale geldi? Ateş ve duman tadı artık.. Beyrut küllerin şanına sahip şimdi.. Şehrim söndürdü ışıklarını; Elinin üstünde tuttuğu bir çocuğun kanıyla.. Kapattı kapılarını kendisini sabah akşam el üstünde tutacak, güzel günlere taşıyacak insanlara... Sonra bir başına kaldı sabah akşam.. Geceyle beraber.. Sen benimsin, sen benim.. Ahh kucakla beni.. Benimsin sen.. Bayrağımsın.. Halkımın kanayan yaraları.. Ve anaların akan gözyaşlarısın.. Ey Beyrut sen benimsin, benim.. Ahh kucakla beni..”[1]
Bu kıtaları defalarca tekrarladım içimden. Okuyor bitiriyor, tekrardan baştan okuyordum. Her okuyuşumda farklı düşüncelere dalıyor, her seferinde farklı hislere kapılıyordum. Bu düşüncelere dalmışken pilotumuz Akdeniz üzerinden Beyrut Uluslararası Refik Hariri havalimanına doğru alçaldığımız anonsunu yaptı. Ve artık dağların arasında Doğu Akdeniz’e doğru süzülen Beyrut bizi bütün ihtişamıyla karşılıyordu. Havaalanına girer girmez Arapları tanımladığımız "yalla” kelimesini sıkça duymaya başlamıştım. İşte o an farkettim artık Lübnan’a giriş yaptığımızı. Ve bundan sonra en çok duyacağım kelimenin bu olacağını.
Gökyüzünde gördüğüm ihtişamlı Beyrut’un yerine Beyrut Havalimanı terk edilmişlik hissi uyandırdı bende. Genelde havalimanları hep heyecanlandırır beni ama bu sefer öyle olmadı. Beyrut Havalimanı eski ve bakımsızdı. Oysa Beyrut’u 20.yüzyılda "Ortadoğu’nun Paris’i” olarak öğrenmiştim. Garipti, ilk izlenim ilk hislerimdi, şaşkındım ben de.
Pasaport kontrolünden geçmeden önce vize yerine geçecek olan küçük bir form doldurduk. Pasaport kontrolünde ise Lübnan’da nerede kalacağıma dair detaylı bilgi istediler fakat daha sonra görevliler Türk pasaportumu görünce gülümseyerek "İkinci ülkeniz Lübnan’a hoşgeldiniz” dediler . O an bütün endişeli duygularım gitmiş, yerine kendi ülkeme giriş yapıyormuşum hissi uyanmıştı bende.
Havalimanından çıkarken temizlik personeli bayan eşyalarımı almamda bana yardımcı oldu. Ayaküstü ufak sohbete daldık. Nereli olduğumu sordu önce. Türkiye’yi çok sevdiğini, üzerindeki kıyafeti Türkiye’den aldığını söyledi. Sohbetimiz devam ederken, yanımdaki Iraklı arkadaşıma "Şii” mi diye sordu. Aslında bu soruyla birçok kez karşılaşmıştım. Ama Iraklı arkadaşım benim kırılacağımı düşünerek bayana izah etmeye çalışıyorken teyzem elimi tuttu ve "Ne olduğumuzun hiç önemi yok, bizler Müslümanız ya, biz zaten kardeşiz” deyip sevgi dolu bakışlarıyla gözlerimin içine baktı. Bu tarz tepkilerle çok sık karşılaştığımdan doğrusu bu sorunun altında art niyet aramadım. Bu soru tarzı aslında bizim kültürümüze biraz uzak. O yüzden ilk etapta şaşırabilirsiniz. Bizim kültürümüzde genelde nereli olduğumuzu sorarlar. Balkan coğrafyasında da aynı şekilde, Türk’sen Müslüman” sındır. Böyle bir soruya zaten gerek duyulmaz. Türk eşittir Osmanlı, Osmanlı eşittir Müslüman, şeklinde değerlendirilirsin. Fakat bu coğrafyalarda aynı şey geçerli değil. Farklı etnik ve mezhepten oluşan mozaik bir toplum için gayet normal bir soru. Önce Müslüman olup olmadığını,daha sonra mezhebini sorarlar. Bu coğrafyaların kültürünü ve siyasi yapısını bilmediğimiz zaman bazen farklı yorumlara açık kapı bırakılabilir. Özellikle, Sünni-Şii çatışmasının yoğun olduğu şu zamanlarda aslında o kadar hassas ve ucu açık bir soru tarzı ki, bu sebepten olsa gerek arkadaşım kırıldığımı düşünerek havalimanından çıkana kadar bana izah etmeye çalıştı.
Beyrut havalimanından şehir merkezine giderken bir Ortadoğu ülkesinde olduğumu farkettim. Kurşun izleri ile dolu harabe binalar, eski caddeler, biçimsiz yapılanmalar hemen dikkatleri üzerine çekiyordu. İşte tam da bu bölgelerde güvenlik kontrollerinden geçmek, özellikle de iki Türk pilotun Beyrut’ta kaçırılma haberinin henüz taze olması,önce beni tedirgin etti. Fakat rehinelerin pilotlar hakkındaki olumlu ifadelerini hatırladığımda rahatladım.
Sokaklardan merkeze doğru ilerlerken aniden yanınızdan tanklar geçebiliyor. Bir anda ürküten bu görüntüler ,beni ürküttüğü kadar düşündürüyordu da. Tabi daha sonra Lübnan’da tanıştığım bir çok kişiye bu güvenlik kontrollerini ve tankların rahatça sokaklarda dolaşmasının anlamını sorduğumda "Onlar bizim güvenliğimizi sağlıyor” şeklinde cevap verdiler. Bu cevaptan sonra benim de güvenlik kontrollerine ve tanklara karşı bakış açım değişti. Aslında tedirgin olmaya gerek yoktu.Nitekim ülkenin güvenliği açısından önemliydi ve bu Lübnan halkı için günlük hayatın bir parçasıydı. Ancak bunca güvenlik kontrollerinin olması ve bu denli çatışmaların yoğun olduğu bir ortam yine de sıkıcıydı..
Yol boyunca apartmanlar dikkatimi çekti. Evlerin hemen hemen hepsinde kocaman balkonları ve balkonların dışına asılan farklı renklerde perdeler dikkat çekici. Görüntü olarak, ciddi görüntü kirliliği oluşturuyor ama kullanım açısından gerçekten çok pratik bir çözüm diyebilirim. Yaz kış balkon sefası yapmak isteyenler için pratikti. Tabi evde yaşayan ailenin maddi durumuna göre, perdelerin kalitesi, rengi ve duruşu değişiyordu. Hatta maddi durumu daha iyi olanlar ise, perdeden ziyade balkonlarına camdan yaptırmışlardı.
Elbette ki, Lübnan’dan bahsediyorsak, balkon sefasının yanında nargile sefasından da bahsetmemek olmaz. Nargile, Lübnan yaşamının her alanında mevcut. Küçücük bir büfede, lüks bir restoranda, pizzacıda, havuz başında, sokak kahvelerinde yani aklınıza gelebilecek her yerde nargileyi görmek mümkün. Bir restorana gidiyorsunuz, yemek yiyorsunuz, ardından Arap kahvesiyle nargile geliyor. Tabi Nargilenin yanında çerezlik şeyler de mevcut, baharatlı havuç, kuruyemiş, meyve..vs.
Sokaklarda asılan bilbordlar aslında şehrin kültürünün ipuçlarını verir sizlere. İnançlar ve ideolojiler kapitalist toplumu oluşturma gayretleri içerisinde yansıtılmaya çalışılan bir görüntüyü sunuyor bizlere. Beyrut her ne kadar Doğu’yu yaşarken Batı’ya dönük yüzü ile de dikkatleri çekiyor. 20. Yüzyılda Ortadoğu’nun Paris’ini tekrar yaşatma çabası içerisinde olan bu kent aynı zamanda Beyrut"taki kozmopolit hayatın yapısını da şehre yansıtıyor. Bir yanda Lübnan Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve Amel Hareketi Lideri Nebih Berri’nin fotoğraflarının yer aldığı afişler, Lübnan iç savaşında kaybedilen şehit fotoğraflarının asıldığı afişlerle karşılaşıyor diğer yandan ticari reklamlarda kadin objesinin kullanildigi reklam afişleri. Bu da aslında Beyrut’un ideolojik farklılıklarını ortaya koyuyor.
Beyrut sokaklarını tanımlayan en dikkat çekici manzaradan bir diğeri ise, kilise ve camilerin konumlanması. Bir yerde cami görüyorsanız mutlaka hemen yanında, arkasında ya da önünde bir kilise görmek mümkün. Birçok dinin filizlendiği, kutsal kitaplarda Kenan Ülkesi toprakları olarak adının geçtiği bu ülkede binlerce yıl önceden filizlenen bu ortak yaşam, aslında bugünün Beyrut’unu gösteriyor bizlere. Tabi Lübnan’ın güney bölgesi için aynısını söylemek mümkün değil. Güney’e doğru ilerledikçe farklı ülkeye giriş yapmışsınız hissi uyandıracak. Yazımın ikinci bölümünde, Lübnan’ın güneyinde "İsrail Saldırılarının izleri ve Lübnan halkına psikolojik ve sosyolojik etkilerini” sizlerle paylaşacağım.
DEVAM EDECEK-