Uzun yıllar önce, Bekir Yıldız’ın "Kerbela” adlı kitabını okumuştum. Beni çok etkilemiş, "keşke bunu bir müslüman yazmış olsaydı” kabilinde değerlendirmeler yapmıştım. Bekir Yıldız’ın Kerbela’sından sonra Asım Köksal hocanın, "Hz.Hüseyin ve Kerbela Faciası” adlı kitabını okumuş ve beni derinden yaralamıştı. Tamamen Ehl-i Sünnet kaynaklarından alıntılarla hazırlanmış çok değerli bir kitap olan Asım Köksal hocanın kitabını kaç kişi okumuştur diye düşündüm içimden. Yada, Bekir Yıldız’ın "Kerbela” adlı roman türü kitabını kaç kişi görmüştür? Yine Kerbela üzerine yazılmış kaç şiir biliyoruz? Yada ağıt.. Kerbela üzerine söylenmiş kaç olayı hatırlarız? Kerbela neresi? Kerbela’da ne olmuş? Kaç kişimiz biliyor? Kerbela’da yaşanan bir dram, yaşanan facianın boyutlarını, bir acı, bir dram, bir facia, bir soykırım... Adı ne olursa olsun. Kaçımız bunlardan haberdarız? Doğrusu elimde bir istatistik yok. Ama merak da ediyorum doğrusu. Amacım, bu sorularla geniş bir kitleyi töhmet altına almak, suçlamak değil. Bir acı gerçeğin altını çizmek amacıyla dile getirdim.
Herneyse, şimdilik konumuz bu değil!...
Bu seneki Muharrem ayında tarih bilinci ve tarih hafızasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha farkettim. Bu farkındalıkla bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı duydum. Toplumlar tarih hafızasını canlı tuttukları zaman kalıcılıklarını korurlar. Gelecek nesillere anlattıkça da varlıklarını sürdürürler. Tarih hafızası kaybolan toplumların, zaman içerisinde yok olup gitmeleri de mukadderdir. Tarihler, yazılı veya sözlü olarak gelecek günlere bırakılır. Yazılı ve sözlü olarak gelecek nesillere aktarırlar. Nitekim, günümüzde dile getirilen tarihi olayların büyük kısmı, sözlü tarihten, yazılı tarihe geçişle korunmaya çalışılmakta. Ama, unutmamak gerekir ki, yazılı tarihler içerisinde unutulan veya unutturulmak istenen o kadar çok olaylar var ki...
Bir gezi kapsamında İran’da yaşanan İslam İnkılab’ında önemli yere sahip olan "Hüseyni İrşad”a gitmiş ve buradaki faaliyetleri yakından görmek, rahmetli Dr. Şeriati’nin mirasında bir parçaya dokunmak istemiştim. Burada, "Hüseyni İrşad”da yaptığımız gezi kapsamında oradaki kütüphanedeki çalışmalar anlatılıyordu. Kütüphanede, okul öncesi çocuklara tarihi olayları bezlerle anlatan bir çalışma dikkatimi çekmişti. Yaklaşık yarım metre eni, 80 cm uzunluğunda bir bez ve bezin üzerinde ağaçlar, ormanlar, evler, dağlar, güneş motif ve figürler dikilmiş; at, pehlivan, cadı gibi figürler ise kukla şeklinde, hikayeyi anlatanın elinde, İran’ın tarihi olayları çocuklara aktarılıyordu. Sözkonusu bez parçaları belirttiğim büyük ebatlarda ama bir kitap gibi, altı yedi sayfa olacak şekilde her sayfada bir konu işleniyordu. İşlenen konuya uygun olarak at, atın üzerinde bir pehlivan, kral, cadı sahneye yada sayfanın üzerine getirilerek hikaye çocuklara anlatılıyordu. Çok dikkatimi çekmiş, tarih hafızasının canlı tutulması çocukluktan başlıyor gibi bir algıya varmıştım.
Yine bu gezi kapsamında, televizyonda geleneksel kıyafetler giymiş, elinde bir baston bulunan, şiir okuyup, okuduğu şiirin konusuna uygun olarak sağa sola hareket ederek, bastonunu bazen kılıç gibi sallayan, bazen ok gibi tutan, bazen de mızrak gibi atmaya hazırlanan birini görmüş ve İranlı arkadaşa "bu ne yapıyor?” diye sormuştum. İran’lı arakadaş da, "Firdevsi’nin Şahnamesindeki kahramanlık destanını okuyarak, tarihi olayları şifahi olarak aktarıyor” demiş ve eklemişti; "Bu tarihi olaylar bazen de günümüze vurgular yapılarak, günümüz olaylarıyla bağlantılayarak, serbest şiir vezniyle anlatılıyor.”
Bu iki olay beni, İran’da tarihin ne kadar canlı tutulduğuna dair düşünceye sevk etmiş ama üzerinde durmamıştım. Yeniden İran’a Muharrem ayında gitmek nasip oldu, Muharrem’in başlamasıyla birlikte de daha önce İran’lıların tarih algısına dair olan düşüncelerim adeta şoke eden görüntülerle karşılaştı. Zira, Muharrem’de, İran genelinde sokaklarda ve meydanlarda "Heyet” denilen çadırlar kuruluyor ve bu çadırlarda Muharrem’de yaşanılan "facia” sözlü olarak halka aktarılıyordu. Tarih, yeniden yaşanıyor ve yaşatılıyordu.
Hz. Hüseyin’in başına gelen felaket, Peygamberin torununa yapılan zulüm, cennet gençlerinin efendisinin ailesine karşı yürütülen soykırım, ağıtlarla, Kerbela’da yaşanan o acı, elem verici dram mersiyelerle yediden yetmişe herkese yeniden zihinlerde canlandırılıyordu.
Meddah denilen kişi, Hz. Hüseyin’in mazlumiyetini, kendisiyle birlikte hareket eden özellikle 6 aylık çocuğu Ali Asger’in okların hedefi altında vahşi bir şekilde katledilmesi, Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Hz. Zeyneb ve geride kalan hasta olan Hz.Hüseyin’in oğlu Hz.Zeynelabadin’in durumu, Ehli Beyt’in kadınlarının elleri bağlanarak, esir kervanıyla birlikte şehir şehir dolaştırılması, esir kervanıyla birlikte, Hz. Hüseyin’in kesik başının güzergah üzerindeki yerleşim birimlerinde adeta sergilenerek, canlandırılarak halka gösteriliyor ve Kerbala’daki vahşet, ağıtlar eşliğinde yeniden yaşanıyordu.
Halkın bu olayı unutması mümkün mü?
Muharrem denildiğinde aklımıza hicri yılbaşından başka bir şey gelmeyen ve bunun için hiç bir zahmetten çekinmeden dostlarımıza "tebrik mesajları” yazan bir toplum, nedense, Muharrem’de yaşanan kıyımı, Muharrem’de akan göz yaşlarını görmemekteyiz. Muharrem’de işlenen cinayetleri, Muharrem’de dökülen kanların kime ait olduğunu dahi bilmeyiz.
Malesef, tarih hafızası, yazılı metinlerde saklı olan bir toplum olduk. Çok güzel kitaplarla yazılan ve ödül alınan kitapları okumayan toplumun tarih hafızası da elbette zayıflayacaktır. Zaman içerisinde de yok olacak, en azında hafızasını tazelemek için ortaya atılan konulara karşı yabancı duracaktır.
Nitekim, Muharrem geldiği zaman bir dönem, Aşura’nın, Hz Adem’den, Hz.Nuh’a kadar uzanan yolculuğu yapılır, Hz. Hüseyin’in katledilmesine geldiği zaman ise üzerinde hızlıca geçilirdi. Bunun bilinçli yapıldığını söylemek istemesem de, ortaya çıkan sonuç hepimizin malumudur.
Bir olay ve bir şahıs üzerine kurulan ve bir dönemin olaylarını anlatan "sözlü tarih” asırlardır Muharrem ayında yaşatılıyor. Kerbela’da yaşanan acı olayın, peygamber canının katledilmesi, can paresinin yok edilmesi karşısında yakılan ağıt geleneğinin dilden dile aktararak getirildiği bir "canlı tarih” olarak örnek verebiliriz.
Muharrem üzerine yazılan şiirler de, belirli bir noktadan kaleme aldığı tarih algısı, dinleyiciği de o algı içerisinde canlı tutmasını sağlıyor. Muharrem ayında daha bir kendini gösteren, ama Şii geleneğinde masum imamların bütün şehadet günlerinde dillendirilen mersiye şiirleri yada ağıtlar yaşanan olayın günümüz insanına duygulu bir şekilde anlatılmasıyla da toplumun hafızasında çıkması mümkün olmamaktadır. Sadece mümkün olmakla kalmayıp, yediden yetmişe her kesimin, o döneme ait bilgiler de genel hatlarıyla canlı tutmasını sağlamaktadır.
İran’da Muharrem ayı münasebetiyle, bir çok etkinlikler düzenleniliyor. Adak ve nezir bu aylarda önemli bir yer tutuyor. Muharrem’de İkramında bulunmak isteyen, İmam Hüseyin yada Ebulfazl Abbas’ın adına, yada diğer masum imamlar adına ikramlar yapılıyor. "Heyet” ismi verilen çadırlarda çay, süt veya kakaolu süt dağıtılmakta, bir çok evlerin önünde ise yemekler verilmektedir. Bunlara nezir ya da adaklar denilmektedir. İmam Hüseyin, Ebul Fazl’ın isminin zikredilerek yapılan bu yemekleri yemenin sevap olduğu düşünülerek yenilmektedir. Evlerin kapılarına siyah bayraklar asılıyor ve bu siyah bayrakla birlikte ev sahibinin ikramını duyurmakla kalmıyor aynı zamanda Muharrem’de yaşatılan acının, dramın da unutulmadığı gösteriliyor.
Muharrem münasebetiyle her bölgede farklılık gösterse de alem denilen Abulfazl Abbas’ın kahramanca tavrını, Kerbela çölünde susuz kalan kişilere Fırat’ta su getirmek amacıyla Yezid orduları içerisinden nehre kadar gitmesi ve elllerinin kesilmesi, bedeninin doğranmasına aldırmadan su getirmeye çalışmasını anlatan figürler tüm meydanlarda gösteriliyor.
Hz. Ali’nin yigitlik, kahramanlık ve korkusuzluğunu anlatan, Allah’ın Aslan’ı lakabını tasvir eden Aslan figürleri yada İmam Rıza’nın, avcı karşısında kendisine sığınan ceylanı tasvir eden ceylan figürleri gibi dışarıdan birinin anlamakta zorlandığı tasvirlerin neler ifade ettiğini, toplum küçük yaştan öğrenmeye başlıyor.
Aslında, İran’daki canlı ve yaşatılan tarihi, Muharremle sınırlı değil. Yukarıda da söylediğimiz gibi okul öncesi çocuklara, İran tarihi bir olay üzerine kurgulanan ve hazırlanan bez sayfada, yine kurgulanan ve hazırlanan bezdeki olayları destekleyecek figürler olan at, dev, şah, cin, kraliçe ..vs ile güzel bir anlatımla tarih aktarımı okul öncesi çocuklardan başlatılıyor.
Yine İran yakın tarihinde önemli yer tutan İran- Irak arasında 8 yıl süren bir savaşı yeni nesillere aktarılması konusunda çalışmalar yapılmaktadır. Bu savaş hepimizin bildiği sıradan bir savaş olabilir. İran halkının inancında, bu savaş "Zorunlu bir savaş” şeklinde yorumlanmaktadır. Bu yüzden "Ceng-i tehmili” yada, "Mukaddes Savunma” "Defai mukaddes” denilmektedir. "Yani, biz bu savaşa zorla girdik. Bize başkaları yükledi bu savaşı. Biz de kendimizi savunmak zorunda kaldık” şeklinde değerlendirilmektedir. "Bir İslam ülkesiyle savaşmak fıkhımızda yok” diyen İranlılar, bunun kaçınılmaz ve kendilerine yükletilen bir savaş olarak görmesi aynı zamanda bir bakış açısının da yönünü çizmektedir.
Herneyse, Konumuz bu değil.
İşte İran-Irak arasında yaşanan 8 yıl süren savaşın geride bıraktıkları, sokaklarda yapılan tiyatrolarla, şehir merkezlerinde oluşturulan park-müzelerle, muhtelif etkinliklerle hafızalarda canlı tutuluyor. Yazılı metinleri saymıyor ve dile getirmiyorum bile. Çok iyi bir görsellikle, sıradan bir müze gibi görünse de bir dönem yaşanmış olayların toplum içerisindeki algısı her dem canlılığı korunmaktadır.
Tabi ki benim burada amacım, sözlü tarih ve yazılı tarih konusunda edebi, ilmi bir tartışma oluşturmak değil. Bir toplumun sözlü tarihini nasıl canlı tutuyor sorusunun arkasındaki "sosyolojik gerçekliği anlamak” şeklinde değerlendirme yapmak çok daha yerinde olacaktır. Tarihiyle barışık, tarihini canlı tutmak için yürütülen çabalar elbette toplumu ve ülkeleri ileriye götürecek bir güç olacaktır.
İran sokaklarında kurulu Muharrem çadırları, muharrem geleneği, burada söylenen mersiyeler, ağıtlar bizim Osmanlı kültüründe de olmasına rağmen artık bunları bilen yok. Bu da tarih hafızasının silinmesi için bilinçli yada bilinçsiz bir hareketin var olduğunu gösterir bize..
Düştü Huseyn atından Sahra’y-ı Kerbelâ’ya..
Cibril var- git: haber ver, Resul-i Kibriya’ya..
Dizeleri dilimizde olmasına rağmen kaçımız biliyor. Biraz tassubumuzdan, biraz ötekileştirme gayretimizden, tarihi bir olayın üstünü örtme çabasına girmişiz. Unutma ve unutturma gayretleri, tarih hafızamızın zayıflamasına, tarih bilincinin de yok olmasına yol açmıyor mu!?...