Ölüm endişesi ve vicdan duruluğu

Vicdanı duru bir insan, Allah'tan başka hiç kimseden korkmaz. Herkesin ondan korkup ürktüğü ölüm dahi böyle biri tarafından şeb-i arûs görülür. Öyle ki, Rabb'e kavuşmanın neşvesi onun bütün benliğini sarmış, korku ve endişeye o bünyede zerre kadar yer kalmamıştır.

Vicdanı duru bir insan, Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Herkesin ondan korkup ürktüğü ölüm dahi böyle biri tarafından şeb-i arûs görülür. Öyle ki, Rabb’e kavuşmanın neşvesi onun bütün benliğini sarmış, korku ve endişeye o bünyede zerre kadar yer kalmamıştır.
Aksine o ölürken hayatının en son fakat en lezzetli anını yaşamaktadır. Çünkü ölümü, her türlü ürperticilikten uzak ve bütün güzelliğiyle görmüştür. Onun ızdırabı, bu güzelliği ömrünü körlük içinde geçirenlere gösterememekten kaynaklanmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim, böyle düşünüp ve ölümü böyle değerlendiren korkusuzları şöyle tebrik ve tebcil eder:
Allah, şüphesiz Kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını, Tevrat, İncil ve Kur’ân’da söz verilmiş bir hak olarak, Cennet’e karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin; bu, büyük mazhariyettir. (Tevbe, 9/111)
Onlar,
Kim Allah’ın adının yücelmesi için mücahede ederse, o, Allah yolundadır. (Buhârî, ilim, 45)
fehvâsınca, Allah’ın yüce adının, gönül âleminde, fikir hayatında, içtimaî yapıda şehbâl açıp yükselmesi, yükselip bir bayrak gibi ufuklarında dalgalanması istikametinde varlarıyla-yoklarıyla bu uğurda seve seve nefislerini feda ederler.
Onlar serbest ve hürdürler. Öyle ki, icabında onlar, sıratın üstünde oynar, gidip Cehennem’de kaylûle yapar ve Cennet’te de gece uykusuna çekilirler.. Evet, onlar o kadar rahattırlar.
Ben, Yunus Emre’nin, dinin özüyle istihza gibi anlaşılan bazı sözlerinden, onun, insanların mabut hâline getirdikleri ne kadar totemleri varsa, onlarla istihza manasını anlıyorum:
Ben dervişim diyene bir ün edesim gelür, Seğidüben sesine varup yetesim gelür. Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedür, Varup anun üstüne evler yapasım gelür. Altında Gayya vardur içi nâr ile pürdür, Varuban ol gölgede biraz yatasım gelür. ‘Od’a gölge dedüğüme tânetmenüz hocalar, Hatırınuz hoş olsun yanub tütesim gelür. Ben günahumca yanam rahmet suyiyle yunam, İki kanat takınam biraz uçasım gelür. Andan Cennet’e varam Cennet’te Hakk’ı görem, Hûri ile gılmânı bir bir kocasım gelür. Derviş Yunus bu sözi eğri büğrü söyleme, Seni sîgaya çeker bir Molla Kasım gelür.
Yunus’un bu sözlerinde, bizim totemlerimizle ve değişik endişelerimizle, korkularımızla istihza vardır. Onun mısralarında hep hür vicdanın sesi ve feryadı duyulmaktadır. Bu, aynı zamanda ‘Lâ ilâhe illâllah’ı yürekten söylemenin ve ‘Muhammedün Resûlullah’ı vicdanında duymanın adıdır.
Kahramanlıklar korkusuzların eseridir
Vicdanı duru bir insan asla ölüm endişesi duymaz. Çünkü o, hürriyetin zirvesine yükselmiştir. Her gün ölüm korkusunu boyunlarına sarılmış yılan gibi taşıyan insanların kendilerine veya içinde bulundukları cemiyete faydalı olacakları şüphelidir. Onların sararmış yüzleri, titreyen el ve dudakları bize bunu söylemektedir.
Sağlam bir cemiyeti, hayatı istihkâr edenler kurar ve yine onlar korurlar. Bir milletin idbârını (çöküş) ikbâle (yükseliş) çevirenler/çevirecek olanlar da yine bu korkusuzlardır. Kur’ân bir hâdise münasebetiyle, bizlere bu korkusuzları destanlaştırıp şöyle anlatır:
Şöyle ki, Uhud’da kolu kanadı kırılan Müslümanlar, bu halleriyle müşrik ordusunu takibe hazırlanırlar ki, tarihin bize ‘Bedr-i Suğrâ’ diye anlatacağı bu hâdise, korkusuz insanların nelere muktedir olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir.
Nuaym b. Mesud o gün henüz Müslüman olmamıştır. Medine’ye gelerek Müslümanların içine korku salmak ister. Gayesi Müslümanlar’ı bu takip işinden vazgeçirmektir. Onlara Mekkelilerin büyük bir orduyla tekrar gelmekte olduklarını söyler ve Medine’de tek bir Müslüman bırakmama niyetinde bulunduklarını ilave eder. Ancak onun bu sözleri Müslümanlar’ın sadece iman ve tevekküllerini şahlandırır. İşte aşağıdaki ayet bize bu tabloyu anlatmaktadır:
İnsanlar onlara, ‘Düşmanlarınız size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun!’ dediler. Bu, onların imanını artırdı da, ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ deyiverdiler. (Âl-i İmrân, 3/173)
Hiçbir istikbal endişesi duymadan, ölümü istihkâr edip, herkesin ölümden kaçtığı ölçüde ölümün üzerine yürüyen bu korkusuzlar, ancak hür vicdanların yapabileceği bir kahramanlık sergilemişlerdir.
Zaten tarih yapan da işte bu tür kahramanlardır ve böyle büyük meseleleri ancak, çeşitli mevcelenmelerden sonra istenilen durumu kazanmış kıvamında ruhlar halledebilir.
Hırsını aşamamış, korkuyu yenememiş, makam, mansıp ve mevki düşkünlüğünden kurtulamamış, gönlünü herhangi bir koltuk sevdasına kaptırmış veya bütün hisleriyle bir hareketin başında kalmaya kilitlenmiş ya da bir başka kaprisinin altında ezilmiş kimselerin ne fert ne cemiyet ne de insanlık adına en küçük bir mesele halletmeleri mümkün değildir.
Vicdanı duru bir insan, Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Herkesin ondan korkup ürktüğü ölüm dahi böyle biri tarafından şeb-i arûs görülür. Ölüm korkusunu boyunlarına sarılmış yılan gibi taşıyan insanların kendilerine veya içinde bulundukları cemiyete faydalı olmaları zordur. Türlü kaprisin altında ezilmiş kimselerin ne fert ne cemiyet ne de insanlık adına en küçük bir mesele halletmeleri mümkün değildir. İlme ve ilim adamına saygı Bizde ilim düşmanlığı yoktur ve hiç olmadı. Aksine ilim erbabı her yerde i’zaz ve ikram gördü.. ve her zaman ilim erbabının eli değil, etekleri öpüldü.
Celâdetli padişah Yavuz Sultan Selim Hazretleri, arkasında İbn Kemal olduğu hâlde ihtişamıyla yolda giderken İbn Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz Sultan Selim’in cübbesine sıçrayıvermişti.. Haşmetli hükümdardan gelecek bir gazap endişesiyle o büyük ve hakperest insanın içinde bir endişe hâsıl olur düşüncesiyle Yavuz Sultan Selim Han hemen dönüp nedimlerine şu talimatı verdi:
"Sizlere vasiyetim: Şu anda benim üzerimdeki, hocamın atının ayağından sıçrayan çamurla çamurlanmış bu cübbeyi mutlaka benim tabutumun üzerine örtmenizdir. Zira ben Rabb’imin huzuruna bu cübbe ile gitmek isterim.”
İlim, hiçbir devirde böyle i’zaz görmemiş ve hiçbir hükümdar tarafından ilim adamına bu kadar saygı gösterilmemiştir. Gösterilemezdi de; zira o saygının kaynağı Kur’ân-ı Kerim’di. O Kur’ân ki,
Allah’a karşı kulları içinde ancak âlimler saygı duyarlar. (Fâtır, 35/28)
demektedir.
Hele şâz bir kıraatte bu ayetteki lafza-i Celâl’in ötreli okunuşu vardır ki, o zaman mana, "Allah, Kendisini bilenlere, eşya ve hâdisenin künhüne vâkıf olanlara, ‘Nefsini bilen, Rabb’ini bilendir’ sırrına erenlere karşı saygı duyar.” şeklinde olur ki, üzerinde durulmaya değer.
Bu ne baş döndürücü bir ifade ve bu ne müthiş bir tespittir! Evet, ilim bizde daima tebcil edilmiş ve minarelerin başında âdeta bir alem hâline getirilmiştir. Öyleyse, ilim adamının bize ve bizi ifade eden mukaddeslerimize küsmeye hakkı yoktur.
Zira biz, ilme ve ilim adamına karşı sonsuz denecek ölçüde bir saygı ve hürmet beslemekteyiz. Yeter ki o, bizim ruhumuzdan fışkıran hakikatlere tercüman olsun ve kâinat kitabını, kâinatın Sahibi adına şerh ve izah yolunda bulunsun.
Bundan dolayıdır ki, Gazzâlî bizim gözümüzde abideleşir; İmam Rabbânî gönüllerimizdeki tahtına oturur; Mevlânâ gönül gözümüzde zebercet bir kaş gibi parıldar.. ve daha binlercesini biz birer beyin yapıcı ve ruh mimarı olarak kabul eder ve onların maziden uzanan ışıktan elleriyle istikbalimizi şekillendirdiklerini görür gibi oluruz. Çünkü biz, ilmin fazilet ve değerini kabul edenlerdeniz. Fethullah Gülen