İman ve ilim abidesi: Hz. Ömer (r.a)

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) halifeydi ve hayatı boyunca Allah Resûlü'nün nice iltifatlarına mazhar olmuştu. 'Hak ile bâtılı birbirinden ayıran' manasına 'Faruk' ismi de ona bizzat Allah Resûlü tarafından verilmişti. Ayrıca İki Cihan Serveri onun için, "Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu." demişti.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) halifeydi ve hayatı boyunca Allah Resûlü’nün nice iltifatlarına mazhar olmuştu. ‘Hak ile bâtılı birbirinden ayıran’ manasına ‘Faruk’ ismi de ona bizzat Allah Resûlü tarafından verilmişti. Ayrıca İki Cihan Serveri onun için, "Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu.” demişti.
O da, iman ve ilimde nurdan bir âbide gibiydi. Aynı zamanda daha dünyada iken Cennet’le müjdelenenlerdendi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) berzahî tablolarda gördüklerini böyle tevil etmiş ve "Bana rüyamda bir bardak süt ikram edildi. İçtim ve onu iliklerime kadar hissettim. Gerisini de Ömer’e verdim.” demişti. Sahabe tevilini sorunca da "O, ilimdir.” buyurmuşlardı.
Bir defasında da, "İnsanlar bana arz olundu. Hepsinin üzerinde elbiseler vardı. Kiminin elbisesi göbeğinde, kimisininki de dizlerindeydi. Ömer de arz olundu. Onun elbisesi başından aşkındı.” dedi. Sahabe tevilini sorunca, Allah Resûlü, "O, imandır.” cevabını verdi.
Ancak bütün bunlar, Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) kendisini insanlardan bir insan görmesi ve ahiret endişesiyle iki büklüm olmaması için yeterli değildi. Zira onun müsavat anlayışı tam bir takva esasına dayanıyordu.
Vasiyet zamanı
Hz. Ömer (radıyallâhu anh) mescidde hançerlenince alıp evine götürdüler. Herkes başucundaydı ve hıçkırıklar boğazlarında düğümlenip kalmıştı. Doktorun, "Yâ Ömer! Vasiyetini yap!” dediği duyulunca bir anda içeride bir feryâd ü figan koptu. Ömer (radıyallâhu anh), İbn Abbas’a, "Bakın bakalım, beni vuran kimdir?” diye sordu. Gelen habere göre, onu Muğîre b. Şu’be’nin kölesi İranlı Firuz vurmuştu. Ömer (radıyallâhu anh) bunu öğrenince, "Allah’a hamd olsun ki, benim kanımla bir Müslüman elini kirletmedi.” dedi.
Bir ara dalmıştı. Başucunda duran oğlu Abdullah, gözlerini babasından bir an bile ayırmıyordu. Hz. Ömer’de bir düşünce, hem de yüreğini dağlayan bir düşünce vardı. Gözlerini açarak ümitsiz bir ifadeyle, "Oğlum! Git, Hz. Âişe’ye benden selâm söyle. Fakat sakın, ‘Emirü’l-Mü’minînin selâmı var.’ deme. Zira şu anda ben Mü’minlerin Emiri değilim. De ki, ‘Ömer senden, iki arkadaşıyla (Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir) beraber yatmasına müsaade istiyor.’”
İbn Ömer, babasının emrini yerine getirmiş ve Hz. Âişe’nin evine gitmiş ve onu bir köşede oturmuş ağlıyor bulmuş. Ona babasının arzusunu söyleyince, Hz. Âişe Validemiz, "Vallahi, orayı ben kendim için düşünmüştüm ama Ömer’i nefsime tercih ederim!” deyivermişti...
İbn Ömer (radıyallâhu anh) bu müjdeli haberle dönüp babasını müjdeleyince, Ömer anında rahatlamış ve dudaklarından şu cümle dökülmüştü: "Vallahi, işte benim arzum buydu!”
O, bu esnada çok kere gözünü açamayacak kadar halsizleşiyordu ve başındakiler ne yemek ne de su teklifiyle onu uyandıramıyorlardı, ama "Ömer, namaz vakti geçiyor!” dendiğinde o (radıyallâhu anh) birden fırlıyor ve "Namaz! Namazsız adamın İslâm’dan nasibi yoktur.” diyor ve namazını eda edip tekrar uzanıyordu.
İbn Abbas anlatıyor: O günlerde Ömer’i mükedder ve mahzun görünce, "Yâ Ömer!” dedim, "Senin İslâm’ın tam nusret, hilâfetin de fetihtir. Vallahi, senin imametin zamanında yeryüzü adaletle doldu. İki davalı sana gelse, neticede mesele senin sözlerinle nihayet bulurdu.”
Ben bunları söyleyince, Ömer, "Beni oturtun!” dedi. Oturdu ve "Ey Abbas’ın oğlu! Biraz evvel söylediklerini bir daha tekrar et.” dedi. Ben de aynı şeyleri tekrar ettim. Bunun üzerine Ömer, sordu: "Bütün bu dediklerini kıyamet günü, mahşer meydanında ve Allah karşısında da tekrar edecek misin?” Ben, "Evet!” deyince, Ömer âdeta sevincinden uçacak hâle gelmişti.
Kapıda hıçkırıklarını tutamayıp ağlayan Ka’b b. Mâlik, "Eğer Mü’minlerin Emiri istese Allah ondan emanetini almaz.” diyordu. Ömer bunu işitince, "Allah’ım, emanetini al!” diye dua etmişti.
Hicret’in 23. yılında 26 Zilhicce Çarşamba günü yaralanmış ve dört gün kadar hasta yattıktan sonra, 1 Muharrem Pazar günü gözlerini bu fâni dünyaya kapayıp ebediyet iklimine ve hasretini çektiği âleme göç etmişti. Vefat ettiği gün Hicret’in 24. senesiydi ve o 63 yaşında bulunuyordu…
Yıkanıp kefenlendi. Namazını Suheyb b. Sinan kıldırdı. Daha evvel müsaadesi alınan yere defnedildi. Böylece, başı Allah Resûlü’nün etekleri hizasında olmak üzere ebedî istirahatgâhına tevdi edilmişti.
Etrafta ölüm haberi duyulunca, titreyen dudaklardan ürperti hâlinde şu kelimeler dökülüyordu: "Ömer, İslâm’ın kalesiydi ve şimdi o kale yıkıldı!”
Hesaptan şimdi kurtuldum!
İbn Abbas anlatıyor: Ömer’i rüyamda görebilmek için tam bir sene dua ettim. Neticede bir gün onu rüyamda gördüm. Alnındaki terleri siliyordu. Sordum: "Ne ile karşılaştın?” Cevap verdi: "Hesaptan şimdi kurtuldum. Eğer Rabb’imi Raûf ve Rahîm bulmasaydım, ben bugün mahvolmuştum.”
Oysaki o bir sahabiydi ve her sahabi İlâhî imtiyazla serfirazdı. Evet, onlar gökteki yıldızlar gibiydi. Hele Ömer, hele Ömer... Ama onlardan hiçbiri kendilerine ezel canibinden verilen bu pâyeyi bir üstünlük vasıtası olarak görmüyorlardı. Evet, "Biz sahabeyiz, dolayısıyla diğer insanlardan üstünüz.” iddiasında bulunan bir tek sahabi yoktur. Aksine onlar kendilerini hep insanların en mücrimi saymışlardır. Dünya adına gördükleri nimetlere sevinmemiş, aksine ağlamışlardır.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), ölüm anında "Namaz vakti geçiyor!” dendiğinde birden fırlıyor ve "Namazsız adamın İslâm’dan nasibi yoktur.” diyerek namazını kılıyordu. Etrafta ölüm haberi duyulunca, titreyen dudaklardan ürperti hâlinde şu kelimeler dökülüyordu: "Ömer, İslâm’ın kalesiydi ve şimdi o kale yıkıldı!” Kendisini bir sene sonra rüyasında gören İbn Abbas’a şöyle diyordu: "Hesaptan şimdi kurtuldum. Rabb’imin rahmeti olmasaydı ben mahvolmuştum.” Örnek hayatlar Niçin ağladığı sorulunca da durumunu şöyle anlatırdı: "Mus’ab Müslüman olduğunda Mekke’nin en yakışıklı genciydi. O, sokaktan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür, onu seyrederlerdi. Mekke içinde Mus’ab kadar güzel giyinen ve güzel kokular sürünen yoktu. Hâlbuki Uhud’da şehit düştüğünde ona kefen bezi bulunamamıştı. Başını bir parça bezle örtmüş, ayaklarına da izhir otu koymuş ve Mus’ab’ı işte böyle gömmüşlerdi. Hâlbuki şimdi biz dünya nimetleri içinde yüzüyoruz. Ahiret nimetlerini burada tüketmiş olacağımdan korkarım. İşte bunu düşünüyor ve bunun için gözyaşı döküyorum.”
Ebû Hüreyre, üzerine giydiği bir keten elbiseden dolayı kendini itap ediyor ve "Daha dün açlıktan bayılırdın da Medine çocukları seninle alay ederlerdi. Şimdi durmuş keten elbise ile çalım satıyorsun!” diyordu.
Ömer b. Abdülaziz Aksâ-i Mağrip’ten Aral Gölü’ne, Hadramut’tan Anadolu içlerine kadar çok geniş bir ülkeyi idare eden, ilimde ve idarecilikte yed-i tûlâ sahibi bir halifeydi. İdaresi altında bulunan yerlerde sadaka veya zekât verilebilecek fakir, yoksul kimse kalmamıştı.
Meymûn b. Mihrân, "Altı ay Ömer b. Abdülaziz’in yanında kaldım. Bir gün olsun elbisesini değiştirdiğini görmedim. Sadece cumadan cumaya üzerindeki elbiseyi yıkardı.” der.
Ömer b. Abdülaziz, bir gün rahatsızlanmıştı. Yanına giren kayınbiraderi Mesleme b. Abdülmelik, onu biraz daha iyi görünce halifenin durumunu merak eden ve ısrarla izin isteyenlere o gün izin verilebileceğini düşünmüştü. Ancak halifenin üzerindeki elbise çok kirliydi. Ömer b. Abdülaziz’in hanımı ve kendisinin de kız kardeşi olan Fatıma’ya, "Bugün halifenin durumu biraz daha iyi. İnsanlara izin verelim de onu ziyaret etsinler. Ancak üzerindeki elbise çok kirlenmiş. Hemen onu değiştiriver!” dedi.
Kız kardeşinde bir hareket görmeyince kızdı ve biraz daha sertçe sözlerini tekrarladı. Ancak aldığı cevap müthişti. Fatıma, "Vallahi, halifenin üzerindeki elbiseden başka elbisesi yok!” diyordu.
Fethullah Gülen